Mucizeler ülkesi Toskana

1 Şubat 2013 Cuma apk file 0 yorum
Tarihi M.Ö. 300′lü yıllara uzanan İtalya’nın Toskana bölgesi bir yabancıya kolay kolay teslim olmuyor. Doğal güzelliğini Rönesans’ın çekiciliğiyle birleştirip keşfe çıktığınızda, içinde hazine saklı çok sayıda kapalı kutuyla karşılaşıyor ve her bir şehri “çözmek” için sabrınızı sınıyorsunuz.
toskanaToskana’yla ilk tanışmam 10 yıl önce, Cenova’dan erken saatte başlayan bir tren yolculuğunda olmuştu. İtalya’nın kuzeybatısından güneye doğru, bir süre Akdeniz’e paralel ilerleyen trenimiz bizi önce şık sahil kasabaları Negri ve Camogli’yle tanıştırmış daha sonra da içerilere, doğuya doğru bir yay çizerek Akdeniz’den uzaklaşıvermişti. Denizle tekrar buluştuğumuzda ise bambaşka bir ülkeye hayali bir yolculuk yaptığımı sanmıştım. Yanımda oturan yaşlı bayanın “Toskana’ya girdik küçük hanım” sözleri beni ikna etmeye yetmemiş, Toskana’nın henüz keşfedilmemiş uzak bir gezegenin parçası olduğunu düşünmüştüm. Solda yol boyu bize eşlik eden dağların karlarla kaplı olduğunu görünce, ağustos sıcağında bir mucize yaşandığını, benim de bu mucizeye tanık olarak seçildiğime inanmıştım. Gerçi gördüğüm beyaz dağlar, Michelangelo’dan Henry Moore’a kadar pekçok heykeltıraşa malzeme olan ünlü Carrara mermeriydi, bunu kısa bir süre sonra öğrenmiştim ama Toskana’da bir değil, binlerce mucize yaşandığını henüz bilmiyordum…
Bu kez bu “mucizeler ülkesi”ne Venedik – Floransa otobanından, onlarca tünel geçerek girdim ve Carrara mermeri yerine bulutlar karşıladı bizi. Yaşamları hâlâ bir sır olan Etrüskler’e M.Ö. 300′lü yıllarda evsahipliği yapan, Dante’ye “İlahi Komedya”yı yazdıran, Boccaccio’ya Decameron’daki öyküleri fısıldayan, Medici hanedanının sığınağı, operanın kalbi ve en güzel İtalyanca’nın konuşulduğu bu topraklar, keşfedilmeyi bekleyen öyle büyük bir hazineydi ki sanki bulutlar bile bu bereketli topraklara daha yakından bakabilmek için alçalıvermişti. Doğa, içinde binlerce hazine saklayan Toskana’nın güzelliğini ve gizemini vurgulamak için özellikle böyle cömert davranıyordu sanki…
Rönesans’ın başkenti Floransa
FloransaToskana’ya nereden ve nasıl girerseniz girin, öncelikle görmeniz gereken, “herkesin gözü önünde” duran birkaç önemli şehir var. Biz bunlardan Floransa’yı ilk durak yaptık. Kentle ilk kez karşılaştığında “Floransa’yı yaratan Tanrı bir sanatçıymış” diyen Anatole France’a hak vermemek elde değil, ama yalnız yaradanın değil yaşayanların da sanatçı olduğunu hemen anlıyorsunuz bu açık hava müzesine girdiğinizde. Rönesans’ın başkenti Floransa hâlâ bu özelliğini koruyor, halkı da “gerçek bir Floransalı” gibi davranıyor. Sokaktaki dondurmacının “Ben Dante’yle aynı yerde vaftiz oldum” derken yaşadığı mutluluğu anlayamıyor, ama Floransalı olma gururunu az da olsa hissedebiliyorsunuz.
Floransa’yla tanışmanın en iyi yolu, elinize bir harita alıp şehri ikiye bölen Arno Nehri boyunca ve onu kesen sokaklarda yorulmadan yürümek. Vaftizhane, hemen karşısındaki Santa Maria del Fiore yani ünlü Duomo, Medici şapelleri, Michelangelo’dan Galileo’ya kadar birçok ünlünün mezarının bulunduğu Santa Croce aynı bölgede birbirlerine yakın duran sanat eserlerinden sadece birkaçı.
Duomo’nun sağından nehire doğru uzanan Via Calzaioli ise sizi kentin bir başka hazinesine, Piazza della Signoria’ya götürüyor. 13. yüzyıldan itibaren birçok törene, gösteriye ve idama sahne olan meydanda Michelangelo’nun ünlü David heykelinin bir kopyası (diğeri Accademia’da) ve Neptün Çeşmesi’yle buluşuyorsunuz. Hemen arkasında da, Medici’lere bir dönem evsahipliği yapan Vecciho Sarayı… Tüm bunları kaç saatte gezersiniz bilemem ama Vecchio Sarayı’ndan ilerisini sabah erken saatte arşınlamanızı tavsiye ederim. Sarayın hemen bitişiğindeki U şeklindeki binanın önündeki kuyruk geç saatlerde Louvre’un önündeki kalabalığı bile geçiyor. Burası, dünyanın en eski sanat galerisi Uffizi. Her yıl milyonlarca kişi tarafından ziyaret edilen, 4800 sanat eserini barındıran (ancak iki bini görülebiliyor) müzede Botticelli’nin ünlü “Venüs’ün Doğuşu” tablosu da yer alıyor.
Kenti birbirine bağlayan köprülerin çoğu II. Dünya Savaşı’ndan sonra inşa edilmiş. Yaşını ve tecrübesini belli eden tek köprü, 1345 yapım tarihli Ponte Vecchio. Eskiden kentin kasaplarına evsahipliği yapan ancak giderek artan koku ve pislik nedeniyle halkın itirazlarıyla kaldırılan o dükkânlarda yıllardır kuyumcular yaşıyor. Gündüzleri gözde bir turist güzergâhı olan köprü, akşamları da sanat okulu öğrencilerinin arya söyleyerek para kazandığı sahne görevini yapıyor.
Nehrin sol yakası, çılgın turist kalabalığından biraz da olsa uzak durmayı başarabilmiş, antika dükkânlarının çoğunlukta olduğu kurtarılmış bölge gibi. Beş ayrı müzeden oluşan Pitti Sarayı’nı ziyaret ettikten sonra hemen arkasındaki Boboli Parkı’nda biraz soluklanabilir, günbatımına daha zinde girebilirsiniz. Programınızı ayarlayın ve güneşi mutlaka Piazzale Michelangelo’da uğurlayın. Kenti ayaklarınızın altına seren bu meydandan iki kez batıyor güneş; önce meraklı bulutların ardında kayboluyor, sonra da Arno Nehri’nde…
Yorulmak yasak!
Toskanalılar’ın klasik İtalyan tanımlamasından biraz farklı olduklarını, kaynaşmayı pek sevmediklerini, hatta bu özelliklerinin çoğu kez “burnu büyüklük ve ukalalık” olarak yorumlandığını bir arkadaşım anlatmıştı çok önceleri… Haklı olduğunu Siena’da anladım. Bu şehre geldiğinizde karşınıza kapalı bir kutu çıkıyor; labirent gibi sokaklarla karşılaşıyorsunuz. Yaya trafiği sizi doğrudan kentin merkezine, Piazza del Campo’ya sürüklüyor. Burası Ortaçağ’dan beri her yaz ünlü Palio’nun yani at yarışlarının yapıldığı meydan. 2 temmuz ve 16 ağustos tarihlerinde Palio’yu izlemek için kente gelen binlerce turist bu çok özel, küçük kutunun kapağını kaldırsa da Siena, yine de direniyor yabancı kalabalığa. İtalyan yazar Giorgio Bocca’nın anlattığına göre burası, Hitler’in ordusuna bile geçiş izni vermeyen bir şehir; belki onu tam anlamıyla keşfedemiyorsunuz ama sabrınızın meyvesini yavaş yavaş alacağınızı hissediyorsunuz. Kentin iki ucunda yer alan Palazzo Pubblico ve Duomo arasında dolaşırken karşınıza çıkan sürprizleri yakalamanız için bu şehirde hiçbir zaman yorulmamanız gerekiyor.
Toscana şarapAslında Siena’da hissettiğiniz çaresizlik duygusuna Toskana’nın en küçük köyünde bile kapılıyorsunuz. Pisa kulesinin fotoğraflarda göründüğünden çok farklı olduğunu; hemen yanındaki katedrali, vaftizhanesi ve mezarlığıyla mükemmel bir bileşim oluşturduğunu ve o meydana neden Mucizeler Meydanı dendiğini oraya gidince anlıyorsunuz.
Toskana’nın yetiştirdiği en büyük isimlerden Giacomo Puccini’nin doğum yeri Lucca, her köşesiyle tam bir sanat eseri olan Pienza ya da Toskana kıyısındaki yazlık kasabalar bile size hep aynı duyguyu veriyor; Toskana’da çaresizliğinize çözüm bulabilmek için sabır ve inatla dolaşmalı, hep en azına razı olmalısınız. Toskana kendini, geçip giden bulutlara gösterdiği gibi rahat göstermiyor yabancı yolcuya. Bu nedenle de aceleci davranan meraklı gözler, tıpkı Baudelaire gibi sadece geçip giden bulutlara tutuluyorlar…
* Toskana deyince ilk akla gelen tabii ki ünlü Chianti şarapları. Chianti’nin çok çeşidi var ve çoğu da çok lezzetli. Ancak Brunello ve Vino Nobile di Montepulciano şaraplarını da denemeyi ihmal etmeyin.

0 yorum: